CANIM ÖĞRETMENİM
Niyazi ÇAMOĞLU Anısına…
Öğretmenim...Canım öğretmenim... Karadeniz’in bir köyünde amacı bilgili, çağın gereklerine uygun bir şekilde, nitelikli insan yetiştirmek olan canım öğretmenim. Hep söylemek istediğim; ama bir türlü söylemeyi başaramadığım “Ben dediğiniz gibi okudum. Sizin gibi şu an ben de öğretmenim.” diyemediğim canım öğretmenim! Pos bıyıklı, geniş omuzlu biridir benim öğretmenim. Onu gördüğünüzde sanki Kadir İNANIR sanırsınız. Ama aklınızda sert bir insan görüntüsü sakın ha oluşmasın! O sert görünüşün ardında o kadar yumuşak bir kalbi vardı ki! Pamuk inanın yumuşaklığından utanırdı dile gelse. Onunla birlikte geçirdiğimiz üç yıl içinde bir defa bağırdığını, bir defa olsun sesini yükselttiğini hiç ama hiç hatırlayamadığım canım öğretmenim.
Hatırlıyorum da amcamla çıkmıştık karşına. Öğretmen dediğin o günlerde benim için ulaşılması güç bir insandı. O fildişinden yapılmış, malzemeleri altın kaplamalı bir yerde otururdu. Bir devlet başkanı gibi. Ama işte karşındaydık. Amcamla çıkmıştık karşına çünkü babam bizim geçimimizi sağlamak için gurbette çalışmak zorundaydı. Herhalde annem de: “Bir kadın öğretmenin yanına gider mi?” diye düşünecek olmalı ki beni amcamla göndermeyi tercih etmişti. Ve amcam uzatmıştı size kimliğimi... Baktınız biraz düşünceli bir şeklide kimliğe... Çünkü o kadar nazik biri idiniz ki insanları kırmak mı? Bu sizin kişiliğinize ters düşen bir durumdu. Yine de “Bu çocuk 5,5 yaşında!” dediniz. Ama şunu söylemediniz; belki de söyleyemediniz: “Asla kaydetmemiz mümkün değil.” Bu kelimeleri sizden duymamak ne kadar güzeldi. Uzanan bir eli geri çevirmek mi? Bu sizin mizacınıza tersti. “hayır” kelimesi lügatinizde yoktu. Ve sonunda gelsin bakalım, bir süre devam etsin. Eğer uyum sağlarsa kaydını yaparız, dediniz.
O günlerde yaramazlıklarımla meşhur, haylaz bir çocuktum. Zaten annemin beni 5,5 yaşında okula göndermek istemesinin sebebi de burada yatıyor olsa gerek. Yeri geldiğinde annesinin dahi yaramazlıklarına katlanmakta zorluk çektiği bir çocuğun kahrını çekmeye gönüllü oldunuz. Ona şefkatli kucağınız açtınız. Yeri geldi bir baba odlunuz. Bazen anne, bazen de ağabey… Öğretmenlik denilen şeyi size sorsalar da bu tarifi yapacağınızı düşünmüşümdür hep: “Sevdiklerinin kimi ihtiyacı varsa o olmak!” bunu öğrendim senden öğretmenim. Ve şunu da öğrendim:Etrafını aydınlatırken kendini bitirip eriyip gitmek... Çünkü tek başına bir aile sorumluluğu taşımak mı? Hiç kolay olmasa gerek. Zaten şimdi sizi daha iyi anlıyorum.
Neyse… Günler birbirini kovalamaya başlamıştı. Siyah önlüğü ile diğer öğrenciler arasında kaybolmuş küçük bir çocuktum. Malum ya yaşı itibarı ile arkadaşlarımdan biraz küçüktüm. Sizin anlattıklarınızı pür dikkat dinliyordum; ama utangaçtım işte. Çoğu zaman sizinle konuşmaya dahi cesaret edemezdim. Buna rağmen siz bendeki ilerlemeyi fark etmiştiniz. Buna mukabil başlangıçta tereddüt geçirmiş olduğunuz kayıt konusunda artık bir tereddüdünüz kalmamıştı. Ve ben artık resmî olarak da bir öğrenciydim.
Okulumuzda sizden başka da öğretmenlerimiz vardı ki bunlardan biri sizin eşinizdi. Ondan çekinirdik. Çünkü sert mizaçlı biriydi. Yalnız siz öyle değildiniz. Yüzünüzdeki tebessüm heyecanımızı yatıştırmaya yeterdi. Bir gün beni çağırmıştınız. O da ne… Üç öğretmen karşımda ve ben ürkek bir ceylan edasıyla birden duraksayıp o an kaçmak istedim; ama nafile… Utana sıkıla karşınızda durmuştum, diğer bütün arkadaşlarım teneffüs yaparken. Ve karşımda okulumuzda diğer sınıflara giren öğretmenlerimiz. Belki de bu gösterinin amacı bana olan güveninizin ispatı içindi. Belki de benden bahsetmiştiniz de diğer öğretmenlerimize, onlar beni merak etmişti. Neyse, benden annemin ismi yazmam istenmişti. Evet, biliyordum. Gözüm kapalı yazabilirimdim. B’yi, ü’yü, l’yi… Bunlar tekrar edildiğinde annemin ismini oluşturduğunu… Bu seslerin “Bülbül” kelimesini oluşturduğunu… Ama işte heyecandan nutkum tutulmuştu bir defa. Yazamadım öğretmenim. O kadar çok üzülmüştüm ki! Çocuk aklımla sizin bana olan güveninizi yıkmaktan çok korkmuştum. Ama siz yine beni teselli eden bir eda ile tekrar arkadaşlarımın arasına göndermiştiniz o gün. Ne kadar da utanmıştım, unutamam öğretmenim.
Dünyada her şeyin bir sonu var. İyi de olsa kötü de… 1. sınıfın sonu gelip çatmıştı. O zamanlar sene sonu yeterli seviyeye ulaşamayan öğrenciler için 15 günlük kurslar düzenlenirdi. Karne günü gelmişti ve siz bizleri son günde pikniğe götürmüştünüz. Artık karneleri dağıtma zamanı gelip çatmıştı. Ama benim karnem ile birlikte birkaç arkadaşımın karnesi bunların arasından çıkmadı. Yalnız bizleri yani durumumuzu yeterli görmediğiniz öğrencileri kırmamak için gösterdiğiniz yoğun çabayı şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Şöyle demiştiniz: “Çocuklar, sizlerin karnelerini yazmaya fırsatım olmadı. Sizlerle bir 15 gün daha birlikte olacağız ve sonra sizin de karnelerinizi hazırlayacağım.” Size canı gönülden inanmıştım. Bu inancı da kolay kolay kimse yıkamazdı. Arkadaşlarımın “Siz kaldınız. Bu yüzden karne de alamadınız.” demeleri bile benim bu fikrimi değiştiremedi. Bugün bile hala sizin, bizim karnelerimizi yetiştiremediğinizi düşünmek içimi ferahlatıyor öğretmenim.
Elbette bizde gördüğünüz ışığı harcamak size yakışmazdı. Elde bulunan bu cevherin işlenmesi gerekirdi. Siz, bunu gerçekleştirmek için bir uğraş içindeydiniz. Önemli olan sınıfı geçmek değil gelecek için donanım sahibi olabilmekti. İşte zaman sizi bir kez daha haklı çıkardı. O zamandan bu yana hayat şartları ne kadar da değişti. Donanımı yeterli olmayanlar bu zor şartlar altında zamanın dişlileri arasında eriyip gitti öğretmenim. Ve şunu da söylemeliyim ki o gün bana “Sen kaldın. Öğretmen seni kandırdı.” diyen arkadaşım -çok üzülmeme rağmen belirtmeliyim ki- hayatın dişlileri arasında eriyip gitti. Ve o arkadaşım 15 günlük bu kursa kalmamıştı öğretmenim. Sizin bana kazandırmış olduğunuz kararlılık ve hırs bugün geldiğim noktaya beni taşıyan en önemli vasıtalardı.
Sizinle geçirmiş olduğumuz üç yılı unutmam mümkün değil. Ondan sonraki senelerde artık hiç kursa kalmadım. Sınıflarımı hiç takıntım olmadan geçtim öğretmenim. Çünkü beni siz yetiştirmiştiniz. Başarısız olmam, her şeyden önce sizin emeğinize saygısızlık olurdu.
Durumum hakkında bilgi vermek için çağırdığınız anneme söyledikleriniz şu an dahi aklımda. Ve bu sözleriniz benim her zaman kılavuzum oldu. Önüme çıkan her engelde bunu hatırladım: “Bakın, bu çocukla ilgilenin! Bu çocuğun okuyacağına büyük bir içtenlikle inanıyorum. İlkokuldan çıkınca da okumaya devam ettirin!” Anneme durumu o kadar iyi özetlemiştiniz ve kavratmıştınız ki hayatı boyunca okul yüzü görmemiş bu kadını, annemi, okuma-yazma bilmediği halde beni okutabilmek için seferberlik ilan eden bir ordu hüviyetine büründürmüştünüz. Tek kişilik bir orduydu bu. Malum, babam çoğu zaman gurbet ellerde çalışır, bizimle de pek ilgilenemezdi. İşte bu bir başarı öyküsü ise-ki ben öyle düşünüyorum- bu öykünün başı da sonu da sensin öğretmenim.
Zamanı durdurmak kimin haddine! Ortaokul, lise, üniversite derken bir de baktım ki ben de çok sevdiğim öğretmenim gibi öğretmen olmuşum. Gerçi öğretmenim bunu sana haber vermeye gerek yoktu. Çünkü sen bu sonucu zaten 15 yıl önceden görmemiş miydin? Annemin ismini yazamadığım o gün ne kadar üzülmüşsem, sizi ne kadar üzmüş olduğumu düşünmüşsem; bugün öğretmen olmakla o kadar gururluyum, o kadar mutluyum ki anlatamam öğretmenim. Bu satırları yazarken sizi karşımda hayal ediyorum da o eşsiz gülümsemeniz hafızamda beliriyor. Ve ben de itiraf etmeliyim ki sizinle birlikte gülümsüyorum. İçimde ılık bir rüzgâr esmeye başlıyor. En derindeki hücrelerime kadar işliyor bu rüzgâr. İşte mutluluğun tarifi bu olsa gerek. Kalbim titriyor öğretmenim. Demek ki mutluluk, sevenin sevdiğine vefasıymış. Bunu da bana, siz kavrattınız öğretmenim.
Bir isteğim vardı öğretmenim. Bir dilek… Karşına çıkmak ve “Öğretmenim, haklıydın. Benim hakkımda düşündüklerinin hepsinde haklı çıktın. Bu çocuk okur, dedin. Evet, tekrar söylüyorum: Haklı çıktın öğretmenim! Ben okudum. Şu anda ben de sizin gibi bir öğretmenim. Tabii sizin gibi derken kast etmek istediğim sizinle aynı mesleği paylaştığım… Yoksa sizin gibi olabilmek için daha çok uğraşmam gerektiğinin farkındayım. Çünkü sizdeki anlayış denizi, Büyük Okyanus gibi öğretmenim. Ne ucu görünür ne bucağı… Ama anlayışlı davranamadığım zamanlarda da sizin aklıma geldiğinizi belirtmem gerekecek.
Biraz önce de bahsetmiştim ya… Bir isteğim vardı. Sizinle görüşmek, elinizi öpmek, size sarılmak. Bakın öğrenciniz sizin gibi öğretmen oldu. Affınıza sığınarak söylemek isterim tabii ki bunu, sizin gibi kısmını yani. Ve sizi sordum tanıdıklara. Çünkü artık Ünye’de çalışıyordunuz! En azından ben öyle sanıyordum. Ve öyle bir cevap aldım ki o an yağlı bir kurşun bağrımı delip geçse bu kadar canım yanmazdı öğretmenim. Sizi “öldü” dediler. Şairin dediği gibi “Ne kolay söylediler!” inanamadım öğretmenim. Sizin bir melek olduğunuza o kadar inanmışım ki, birden “Sizler yalan söylüyorsunuz, melekler ölmez.!İnsan ölür!” demek geldi içimden.
Kanser olmuşsunuz. Acaba biz öğrencilerinizin bunda ne kadar payı vardır. Yine kalbime bir şeyler batmaya başladı öğretmenim. Şimdi düşünüyorum da karaciğeriniz size nasıl ihanet edebildi. Sizi nasıl yarı yolda bırakabilirdi. Acaba sizi bizden mi kıskandı? Belki… Belki de bizlerle sizi paylaşmak istemedi. Çünkü siz tohumlarını toprağa attığınız ve suladığınız çiçeklerin büyüyüp gelişmesini izleyecektiniz. Bir bahçıvan edası ile karşımıza geçip renk renk çiçeklerinizi seyre dalacaktınız. Belki bu arada dudaklarınız hafifçe geriye doğru hareket edip bıyıklarınız altından hafif bir gülümseme belirecekti. Biz ise bu anı bir ömür bekleyecektik, bize emek verene görevimizi yapmış bilerek. Ama olmadı, olamadı. Ve bir türkü şimdi sizi seven bütün dillerde: “Ölüm Allah’ın emri de; şu ayrılık olmasaydı.”
Aklıma her düştüğünüzde içimde sönmüş olan volkan tekrar tekrar yanmaya; ifrazatını bütün vücuduma yaymaya başlıyor öğretmenim. Şu an bile inanın kalbimden beynime bütün azalarım alev alev yanıyor. Size olan son görevimi yapamamanın vermiş olduğu mutsuzluk belki sizin başardığınızı yani öğrencilerimizin bir yerlere geldiğini gördüğümde geçecek. Öğrencilerimizin diyorum öğretmenim, çünkü biliyorum ki benim öğrencilerimin hepsi aynı zamanda sizin de öğrencileriniz. İnanın sizi çok özledim öğretmenim. Sizi son bir defa görebilmek için neler vermezdim… İşte beni yetiştiren insan diyebilmek için… Şimdi sadece hayallerimdesiniz öğretmenim ve bana gülümsüyor; yanağımda beliren iki damla gözyaşını elinizle silerek ağlama diyorsunuz. Ve diyorsunuz ki: "Bak, öğrencilerin seni bekliyor. Hadi onları bekletme!..."
Dursun TARAKCI